28 Kasım 2008 Cuma

Geçidi Bekleyen Şehir


Mustafa Çetin Baydar'ın GEÇİDİ BEKLEYEN ŞEHİR'inden:

AKLIM HEP DOĞDUĞUM ŞEHİRDEDİR.Şehirler de insanlar gibi ibadet eder. İnsanların nasıl, Namaz'ı, Oruç'u, Bayram'ı, Kurban'ı varsa; şehirlerinde kendi müksebatınca bir "Kulluk Kimliği" vardır. Kültürel muhitinden koparak metropollerin medeni, ama kültürel kimlikiz ortamında yaşayanlar, en büyük gurbeti, dini hayat bahsinde duyarlar. Bu bakımdan, ramazanlarda, kurbanlarda, kandillerde, bayramlarda hep aklım Erzurum'da kalır. Her hücresinde dini bir vecd barındıran, her türlü günahla boğuşmasına rağmen kıblesini hiç kaybetmemiş bir şehrin evladı olarak, doğduğum şehirden uzakta yaşamakta olduğum büyük kentin dini atmosferini bir türlü yakalayamam, sudan çıkmış balığa dönerim. Erzurum'un dini eğilimleri değişim üstüne değişim geçirse de bu özlemim değişmez. Nasıl kulluğun derin izleri sinmiş mabetlerin mümünleri azalmasına rağmen çevrelerini kudsiyet saçarsa, Erzurum'un değeride bence odur. Şehirlerin dini kimliğini, sadece şahsi özlemleri belirlemez; millet ve devlet fikri de büyük çapta bu kimliklerden beslenir."Din için devlet, faziletli şehirler için, dindar şehirler gerekir" Anadolu'nun kilidi olan Erzurum'un milli tarihimizde ki rolü "Dindar şehir" kimliği bağlamında ele alınmaksızın anlaşılmaz. Dini realite ile dini tasavvur, birleşerek, şehirlerin dini kimliğini oluşturur. İçtimai yüreği besleyen şehir sırları da işte, bu derinlikt barınır. Bilenlerden cevabı almak için hep çabalamışımdır; mesela Rabia Hatun'un Erzurum'da ne işi var? Haydi diyelim o Rabialardan bir Rabia; peki Hasan-ı Basri'yene demeli? Gavurboğan deresinin bir yakası Rabia Hatun, diğeri Hasan-ı Basri ha! Sonra gelirsiniz Tebriz Kapısı'na. Bu kim? Ebu İshak Kazuruni.. Aşıklar zincirinden bir iri halka daha. Kudüs'ten Basra'ya, Basra'dan Kazirun'a gitmeye ne hacet?Abdurrahmangazi'den inip Tebriz Kapısı'na vardınızmı, Sahabe-yi Güzin, meşayıh makamları uğrağınız olur. İşte Erzurum'un sırları ile karşı karşıyasınız.
Tebriz Kapısı'ndan Kevelciler'e, ordan Tahtacılar Çarşısına uğrarsanız bu sefer sizi Karanlık Kümbet'te Saadettin-i Konevi karşılar. Mevlana Celaleddin'in müsahibi, Muhiddin-i Arabi'nin üvey oğlu, Erzurum ruhaniyetinin bir başka köşetaşı. Her Allah'ın günü yoldan geçenlerin dua ettiği niyaz uğrağı. İbrahim Hakkı Konyalı, hemşehrisi Konevi'nin Erzurum şehir ruhaniyatına karışmasındaki inceliği en iyi anlayacak kişi iken, ilmi itirazlarla bu tasavvuf büyüğünü Konya'ya tahsis eder; Karanlık Kümbet'teki kitabenin yanlış okunduğunu söyleyerek, Erzurum'lunun gördüğü Saadettin Konevi rüyasını karartır. Halk mantığı, bereket, ilim adamları kadar anakronizm kaygısı taşımaz. Hayatına katmak istediği büyük ruhları, zamanı ve mekanları aşarak bulur, getirir, şehir kadrosuna dahil eder. Yunus Emre ve hocası Tabtuk Emre'nin de Erzurum'lu yapılması, bu cümleden değimidir? Yunus ve Tabtuk Emre Mak'am ve Mezarlar'ının Anadolu'daki sayısı bilinmez. Taptap Baba ve Yunus Emre'mi Erzurum'lu idraki, getirip, Dutçu köyüne yerleştirir; hem de aşıklar ordusundan bir aşık: İbrahim Hakkı eliyle. Yunus Emre'yi Erzurum'a yakıştıran binbir sebep var. Bu geçit şehrin; dağına, obasına, mescidine, türbesine sinmiş olan sufi karakter varlığını haykırırken en ziyade bedenin iki organını; yürek ve dili kullanmadımı? İşte bir yürek ve dil mahsulü olan Yunus deyişleri, 16 ncı Yüzyıl'da Doğu-Batı Türkçesinin ayrıldığı bu kavşağın kokusunu taşımaktadır. O sebeple Geçidi Bekleyen Şehrin insanları Yunus'u "Erzurumluca" söylediği için hep kendinden bir parça hisseder, ona yakın durur. Aklına "Emrem" sevgisi düşünce yaz-kış; yağmur-zemheri demeden yürüye yürüye Dutçu Köyüne der ve ruhunu yıkayarak geri döner.

"Al Babamın Cırıd'ını"
Anadolu'yu yurt tutmak için atlarını mahmuzlayan Türkmen atlıları ilk seferlerini Erzurum-Kars Yaylası'na yapmışlar, atlı Cirit oyunu işte bu topraklarda mayalanarak, Anadolu, Rumeli ve Mısır'a yayılmıştır. Cirit hala, doğmuş olduğu bu geçitte yaşıyor. "Çocuktan al haberi" derler ya, geçit şehir Erzurum'da nasıl bir at ve cirit tutkusu olduğunu çocuk oyunları çok güzel anlatır. Bahar gelip kavak ağaçları budanmaya başladığında, budayıcıların çevresini çocuk ordusu sarar, çığlık çığlığa kaçırılan ağaç dalları, bir kaç dakika sonra, bir çocuk süvari birliğini donatmış olarak karşımıza çıkardı: Herkesin altında ağaçtan bir at, omuzunda asılmış yay, sırtında içi dolu sadak, elinde mızrak benzeri bir cirit. Ardından da çocuk sesli bir yiğidin gürleyen komutu: "Atlaara bin, Kıble'ye dön"At yerine koyduğumuz, püsküllü kavak dallarını bacaklarımızın arasına alıp yürüyüşe geçer, bazan ok yay savaşı, bazan cirit oynardık..............Araplar Düzü, Köşk Meydanı, Tepe Mezarlık ve Kavak Kapısı, 1950 li yılların cirit alanlarıydı. Cirit oynandığı günler, Erzurum ayağa kalkardı.O zamanlar Cirit oyunu bir spor panayırının adıydı. Şehir, öbek öbek, kimi çoluğunu çocuğunu, kimi eşini yaranını, kimi atını arabasını alarak Cirit Mahalline akmaya başlayınca, Cirit Alayıda, davul zurnalar eşliğinde şehri bir boydan bir boya geçer, böylece arkasına mahşeri bir kalabalık takmış olurdu. Şehir yürüyüşüne başlayan Cirit Alayı, sadece ciritcilerden oluşmazdı. Bu kafileye şehrin eşrafından da katılanlar olur, özellikle Cirit Meraklısı Simâlar, yürüyüş kollarından hiç eksik olmazdı................Davul ve zurna sesleri, at kişnemeleri, kalabalık'tan yükselen uğultular birbirine karışır, bu kargaşa, alaylar kurulup, ilk Cirit atılıncaya kadar devam ederdi.
"TIRHIÇ"
Atalarımızın pek önem verdikleri "mahremiyet" mevzuunu, sokak ve ev kültürü ile birleştirirken, çok sevimli çözümler buldular. Haremlik ve selâmlıklar, yüksek duvarlarla çevrili sulu, çimenli, güllü, dallı ev bahçeleri, kafesli ayvanlar, cunbalı odalar. Evlerin sokağa açıldıkları son nokta olan kapılara da kafesler takılırdı. Bu açılıp kapanabilen ve çeşitli şekillere sokulan kapı kafesler, Erzurum ve çevresinde "TIRHIÇ" diye adlandırılır. Nasıl ki her eşyanın bir ruhu, o ruhun dünyaya verdiği bir şevk ve hareket olursa; eski Erzurum Kadın Dünyası'nın sokakla ilişkisini kuran tırhıç çevresinde bir hayat ırmağı akardı. Eski Erzurum sokaklarına yolu düşen yabancılar, lebaleb çocuklarla dolu bu mekânlarda, kadın varlığının yok denecek bir noktada olduğunu farkeder, eğer tırhıç arkalarındaki dünyadan haberleri yoksa, bu sokak ve aralarının yegane sahiplerinin çocuklar olduğunu zannederdi. Oysa sokaklar da, mahalleler de, hatta çarşılardaki dükkânlar da, bu tırhıç arkasında duran ve hayatı avuçları içinden akıtmaya çalışan kadınların yönetimi altındaydı. "Tırhıç" sözünün ne mânaya geldiğini kimse söyleyemez; ama tırhıçların arkasındaki kadın dünyasının nasıl bir hukuka ve güce sahip olduğunu; çocuğundan, esnaf ve çıraklarına; sakasından, bohçacı kadınlara, nişanlı ve yavuklu gençlerden, mütehakkim aile reislerine kadar bir şehir halkı, uygulamalı olarak bilirdi. Usta nakkaş ve marangozların elinden çıkmış ve hemen her evin kapısına takılmış olan bu ahşap kafes kapılar, sokaktan geçenin içeriyi görmesini engeller, buna mukabil kadınlar, tırhıç arkasında durup, dış alemi gönüllerince seyreder ve yönetirlerdi.........Öyle ustaca yapılmışlardıki, arkasında kimin durduğunu evin erkekleri bile anlayamaz ve dışardan bakanlar tırhıç arkasında birinin durup durmadığını farkedemezlerdi..

DADAŞ
Her şehrin kendince yaşadığı "Delikanlılık Töresi" olur.

Yayla geçitlerini bekleyen tarihi şehir Erzurum için bu delikanlılık bahsi,
hayli ayrıntıya ve derine gider.....

Dadaşlık, Erzurum delikanlılığına verilen genel isimdir.

Bar tutan, cirit oynayan, birbirinden yanık türküler çığıran, ailesinin, mahallesinin,
vatanının şerefi ve hakkı için kavgaya girip, mazlûma siper, zalimin suratına sille
olan, yavuklusunun ayağına dolaşana karşı alev alev yanıp, arkadaş uğruna malı ile
canı ile baş koyan yiğit ruhların, adıdır dadaş

Dadaş sözü, Türkmenistan'dan Azerbaycan'a; Kerkük'ten Afganistan'a bilinen bir söz;
bin yıl önce bu topraklara gelen Türkmen Atlılarının nakşettikleri "delikanlılıktır" dadaş.

Dadaş, minnetsiz yaşamayı mefkûre haline getirmiş bir cemiyetin delikanlı irâdesini
temsil eder. Zannedildiği gibi gençlikle başlayıp biten bir "çağ tutkusu" değildir.

Bu ruh; dile, dine, ilme, siyasete, silahşörlüğe, spora, mûsikiye, raksa damgasını
vurarak ortaya çıkar.

Altında Dadaş karakterinin kıpırdamadığı bir Erzurum türküsü gösteremezsiniz.
Bar oyunu zaten serapa, Dadaş ruhunu simgeler.

Demire çifte su verilerek nasıl üstün meziyetli silahlar imal edilirse, delikanlılık,
ancak fazilet durağına uğrayabilmişse yüksek karakter kazanabilir.


Ben Erzurumluyum

Hayatta kaygısız yaşarım senim
Süt rengi ovalar yaylalar benim
İlham verir bana palandökenim
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Baba yadigarı posu belimde
Altımda yağız at cirit elimde
Serhat türküleri coşar dilimde
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Yigitlik dendimi yücelir başım
Erzurum dendimi diner göz yaşım
Ey sağdıcım kirvem yiğit dadaşım
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Ceddim tarihleşmiş Oğuz soyunda
Çok kılıç salladık sınır boyunda
Dökülmüş kanımız var tuna suyunda
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Çavgın sular gibi akarım duru
Marifetnameden aldım desturu
İmanın ihlasın gönlümde nuru
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Canım Nef,i söyler içim gümrahtır
Dilim Sümmanidir sözüm Emrahtır
Yolum haktır özüm fena fillahtır
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Aldım ilhamımı ulu tekbirden
Mana dolusunu içmişim pirden
Savkım coşar gelir Çattan İspirden
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Gezde Şenkayayim gözde Dumluyum
O ki Pasinlerde Şifali suyum
Hınıs, Tekman, Narmanlı, Tortumluyum
Ben Erzurumluyum Erzurumluyum

Erzurum
Zernişan Aydoğan

TANDIR

Yaylak ve kışlaklar arasında yüzyıllarca dolaşmış bir göçebe toplumun,
yerleşik hayata taşıdığı kültür unsurları ne olabilir? diye düşünenler,
aradıkları birçok cevabı "Erzurum Tandır Evlerin'de" bulabilirler.

Erzurum tandır evi artık göçmemeye karar vermiş, zamana meydan
okumak için "topak çadırını" nı bu kez taş, ahşap ve toprakla inşa
etmiş insanların, yerleşme serüvenini anlatır....

... Erzurum evlerinde doğup büyüyen biz çocuklar geceyi ister tandır
sekisinde, ister kendi odamızda geçirelim, günün ilk ışıkları ile tandır
başında olurduk. Zira uyandığımızda aile büyüklerini işe başlamış bulur,
eğer tandır ateşlenmişse midelerimizin bayram edeceği anlamına gelirdi.

….O zamanlar şehir şebeke suyu yoktu ama, bir çok evin akan çeşmesi
bulunur, çeşmeli bahçeler, ev sahiplerine ayrı bir itibar sağlardı. Dağ
sularının devamlılığına nedense fazla güvenilmezdi. Bu yüzden çeşmeli
olsun olmasın bütün evlerin tandır bölümüne taştan oyulmuş su hazneleri
konurdu. Bu taş haznelerin doldurulması “cakkıl” denen omuzluklarla su
taşıyan sucuların işiydi.

Tandır’ların komşusu olan nakış nakış işlenmiş bu su depolarının hemen
Hepsi fiyakalı bir muslukla, sularını önüne yerleştirilmiş taş kurunlara
akıtırdı.

Bazı mutaassıp evlerde haznenin sucu tarafından içeri girilerek doldurulmaması
için duvarın diğer tarafına yapılmış akıntı çanağından, hiç içeridekileri
görmeden doldurma işlemi yapılırdı. Sucular kaçgöç döneminin ev mahremi
yetine en çok karışan aile dışı unsurlardı. Ömürlerini mahalle çeşmesi ile varlıklı
evler arasında tüketen bu insanlar hem fizik hem de ruh olarak yıpranmış, küçük
çocukların dahi zaman zaman dalga geçtikleri gariban takımıydı