17. Pencere. Camın bir başından bir başına kayan
zeytinlikler; eski, beyaz, kimisi akmayan çeşmeler, traktörler, sırtında
çalı-çırpı taşıyan başları örtülü kadınlar; kimisi yaşlı. Bu bir film şeridi
olmalıydı, hani o ölmeden önce insanın gözünün önünden geçenlerden. Düz, dümdüz
üzüm bağları geçiyordu, sonra
zeytinlikler bir ara, sonra yine üzüm bağları. Damlarında pestiller asılı
evler, bir kamyon “Babam Sağolsun!” başka bir tanesi; “Desinler…..!” bir
başkası gelin kamyonu, elli kişi, bir damper dolusu düğün dernek.
Pencere hayata açılandı belki de. Sorumluluklardan kaçarken
arkaya bakıştı, bir felsefeye giden yola bakıştı. Yolların gitmediği yerin
felsefesi.
Yol Akdeniz yolu, besbelli güneye gidiyordu. Sıcak
topraklara göç eden düşüncelerinin,
bedeni tarafından takip edilmeleri, kendisini bu yolda bulmasına neden olmuştu.
Hımmm, daha güney, Anadolu’nun en güneyi olmalıydı. Göç eden düşünceler orada
olmalıydı.
Sokaklarda uyuyan çocuklar görmüştü. Kimsesiz insanlar
görmüştü. Kimliksiz martılar görmüştü. Umarsız yığınlar, çöplüklerde yaşayan
insanlar görmüştü. Bir kentin alışılmış, belki de alışılmamış görüntüleri,
yerini pencere ve onun getirdiklerine bırakmıştı.
Antalya garajı.
Meçhul yere gidilen yolun, başka bir kademesiydi Antalya
Garajı. Susamları, kırmızı polyesterden sallanan masaya dökülen bir gevrek ve
buna katık, acı, koyu Erzurum çayına benzemeyen bir çay; öğle yemeği olacaktı.
Çuvallar taşıyan insanlar, gazete bayii, ayakkabı boyacıları, dilenciler, küçük
çocuklar, bir şeyler satan insanlar ve yankılanan sesler “ Boyiyim mi abi?”,
“Fakire bir sadaka!”, “Abi nane verim!”, “Abi sakız!” Bu otobüs garajının insan
manzaralarıydı……
Gün henüz doğmadan, teknenin halatlarını çözdüler.
İçlerinden birisi iteledi tekneyi, sonra onu da tekneye çektiler. Hep beraber
ağ attılar. Hep beraber ağ çektiler. Teknede mangal yaktılar, biberli kuru
fasulye pişirdiler. Sınırlı sularından içtiler, sert, odun ateşi kokan köy
ekmeklerini böldüler, yemeklerine bandılar. Gülüştüler. Türküler söylediler.
Akşam üstü, güneş battıktan sonra, hava kararmadan barınağa
girdiler. Pat, pat, pat, pat, pat…
Durgun denizde teknelerin sesi köyün beyaz evlerinin
duvarlarında yankılandı. Onlar gelmeden eşleri
denizi gözlerlerdi, kimisinin gözü uzaklarda kalır, özlem dolu bakışlar
kararan ufuklarda dolaşırdı.
Tutulan balıkları
köye dağıtır, kediden, köpekten, martıdan kendisine kalanlarını üç dört gündür
artırdığı galonluk su, köy fırınından çıkan taze akşam ekmeği, kendi
yetiştirdiği domateslerle ve biberlerle yerdi teknede. Yemekten sonra tekne
yeniden sabaha çıkılacak olan ava hazırlanırdı. Sabaha karşı biraz kitap okur,
sonra da artık yatsam diye düşünürdü elbet……
Yeni bir pencere. Yeni bir akış geriye.
Antalya geride kaldı.
Felsefeye ulaşan yolun bitişi olmalıydı bu son pencere.
Yolların gitmediği yerin felsefesi.
Yazan - Yunus Emre Püskülcü