27 Aralık 2015 Pazar

ŞALGAM DOLMASI


MALZEMELER:

1 kg şalgam,
200 gram kıyma,
1 çay bardağı pirinç,
1 adet soğan,
1 çay bardağı zeytinyağı,
1 çorba kaşığı tereyağı,
1 çorba kaşığı salça,
Tuz,
Karabiber,

Birkaç diş sarımsak,
Yoğurt.

HAZIRLANIŞI:

Kıymaya soğan  rendelenip ilave edilerek, pirinç, zeytinyağı, tuz ve karabiber ile yoğrulur. Soyularak ince dilimler haline getirilerek tuzlanıp ve bir süre dinlenmeye bırakılmış şalgam dilimleri arasına köfte haline getirilmiş et yerleştirilerek tencereye dizilir. Üzerine tereyağı ile  karıştırılmış salça gezdirilerek, şalgamlar yumuşayıncaya kadar pişirilir. Sarımsaklı yoğurt dökülerek, servis yapılır.

Kaynak: Hatice Püskülcü

24 Aralık 2015 Perşembe

NEREDE O ENGİN GÖNÜLLER?

Hasta olduğumu duyunca yanına kızlarını alıp Dere Mahallesi'nden Hacıcuma'ya nefes nefese yetişirdi, Hatice halam. Hacıcuma yokuşu onun en sevmediği güzergahtı. Ağzı dili kurumuş bir haldekendini yokuşun zirvesindeki evimize atar, avluda merdiven basamaklarına serilirdi. Solumalarındaki sıklık, konuşmasını engeller, el işareti ile su isterdi.10-15 dakika sonra kendine gelir, o zalim yokuşa beddualar ederdi. Son bir gayretle 32 basamaklı merdiveni de çıkar,sofaya yanıma gelirdi.

"-Gurban olim ne oldi sene?" der,bağrına basar,başımı gözümü doya doya öperdi.

Her iki yanında birer oda bulunan bu küçücük sofa, yazın başka, kışın başka güzelliklerden nasiplendirirdi bizi. Güneye bakan penceresinde, Palandöken tüm haşmetiyle bir fon oluştururdu. Bu fonun önünde Narmanlı Camii, Çifte Minareli Medrese, Ulu Camii ve Tebriz Kapısı en ince ayrıntısına kadar resmolurdu.

Bu görünüm ve ferahlıkla daha da rahatlayan halam:

"-Çayı goyduz mi? Ağzım, dilim gurudi." uyarısını ihmal etmezdi.

Akabinde:

"-Gız bene bir leçek verin. Bu oğlanın bir üregini ölçim. Gorhti morhti mi acaba?" derdi.

İnce, taş basmalı bir namaz örtüsü getirilirdi. Beni önünde oturtur, üçgen şeklinde uzunlamasına katladığı leçeğin ortasını bana tuttururdu. Diğer ucundan da kendi tutarak, sağ dirseğini oraya koyardı. Elinin parmakları benim tuttuğum yere kadar uzanırdı. Okumaya başlardı. Okurken eşarbın üzerine uzanan elini bir yukarıya,bir aşağıya çevirirdi. Sonra bana tutturduğu yere bir ilmek atardı. Bu sefer ilmekli yere dirseğini koyar, yine aynı şekilde hareketine ve okumasına devam ederdi. Bir ilmek de oraya atardı. Birkaç tekrardan sonra leçeğin artan küçük kısmı için:

"-Canım çıha bah bu kadar gorhmuşsun." derdi.

Sonra attığı ilmekleri,okuyarak yüzüme doğru beni korkuturcasına "pat,pat" çözer,avuçladığı leçeği bir zemine, bir göğsüme;bir zemine,bir sırtıma vurarak:

-"Tavuk pinine, ürek yerine" tekerlemesiyle üçer defa tekrarlardı.

Nihayetinde açtığı eşarbı belime bağlardı. Ve bir esnemedir başlardı Hatice halamda. Gözlerinden yaşlar gelir, ağzı gerilircesine esnerdi dakikalarca. Bir bardak su,bir kesme şeker yetiştirirlerdi acele. Şekerden bir miktar ısırır, sudan yudum alırdı. Esnemesi geçtikten sonra:

 -"Gözleri çıhsın,nazar etmişler uşağıma, üregini oynatmışlar." der 

Aile halkıyla günlük sohbetlerine başlarlardı. Birkaç gün sonra hastalığım geçer, düzelirdim.

Hatice halamlar, Bican Sokak'ın girişinde soldan ikinci evde ikamet ederlerdi. Doğduğum evde. Zira babamlar,evliliklerinin ilk yılında bu evde oturmuşlar. Tek katlı, tipik bir Erzurum eviydi. Bu evin hemen karşı çaprazında Hilmi amcaların evi vardı. İki katlı bir evdi. Kapısı, sokağın genişleyen güney kısmına açılırdı. Hatırladığımca girişte küçük bir avlu vardı. Solda tahta merdivenlerle üst kata çıkılırdı. Üst katta penceresi, sokağın girişine bakan güzel, sevimli bir oda vardı. Hilmi amcayı o odada mahata oturmuş sigarasını büyük bir keyfle içerken anımsıyorum. Üzerinde nakışlar bulunan gümüş tütün tabakası, kehribar ağızlığı, kehribar tesbihi, onu tamamlayan aksesuvarlardı. Babam ve halamın beyi Kemal dedemle saatlerce bu kehribarların hakiki olup olmadıklarını tartışır, güzel ve anlamlı sohbetlerine nakış yaparlardı.

Hilmi amcayı bazen,dizlerine kadar uzayan körüklü çizmeleri ve süvari pantolonu ile görürdüm. Bakımlı bir atı vardı. Adı,"ejder"di. Başında kalpak,sokağa atıyla girişinde ürperirdik, çocuk duygularımızla.

Tıbben adını ve neden olduğunu bilmediğim, boyunda, kollarda oluşan yaraları tedavi ederdi. "Demirevi" derlerdi bu yaralara. O dönemlerde devlet memurlarının kullandığı, "sabit kalem" denilen bir tür kalemin ucunu ıslatır, yarayı daire içine alırdı. Arap harfleri ile bir şeyler yazardı dairenin etrafına. Birkaç gün sonra yara iyileşirdi. Bazen de ellerde oluşan siğilleri; bir elmayı ikiye böler, ayetler okuyarak o kısma sürer, sonra elmayı eski haline getirerek iple bağlar, kimsenin ayak basmayacağı bir yere gömmemizi isterdi.

"-Elma çürüdükçe,siğiller de yok olur." derdi. 

Gerçekten de öyle olurdu. Bu tedavinin bizzat şahidi olmuşumdur.

Yazan:Hayati Kerget

15 Aralık 2015 Salı

SALİM İLKUÇAN (1879-1937)

Albay Salim İLKUÇAN; 1879 yılında Erzurum’ da doğdu. 1899-1901 yılları arasında Harp Okulu’nda öğrenimini tamamladıktan sonra “Sahra Topçu Subayı” olarak mezun oldu. 1910 yılında Alman Ordusu’nda incelemelerde bulunmaya giden bir Askerî Heyet’e dahil olan Salim Bey, bu inceleme gezisi sırasında kendi isteği ile bir Alman balonunda uzunca bir süre uçuşa katılarak havacı olmaya karar verdi.

Havacılığa olan büyük ilgisi baskın gelerek 1912 yılında hava sınıfına geçerek, ilk havacılarımız arasına girdi. Trablusgarp Savaşı’nda Paris’ te görevli bulunduğu sırada İstanbul’dan gelen emir üzerine, 1912 yılında REP Uçak Fabrikası Okulu’nda pilotaj eğitimi görerek Fransızlar’ın 1044’üncü, Türk Havacılığının ise 6 no’ lu pilot brövesini aldı.Balkan Savaşı sırasında Yeşilköy Hava Okulunda görevliyken, Kırklareli’nde 2’nci Kolordu Komutanlığı emrinde kurulan Tayyare Bölük Komutanlığına atandı.

18 Ekim 1913 tarihinde, Kurmay Yüzbaşı Kemal Bey ile birlikte Marmara Denizini havadan aşan ilk Türk Pilotu olan Salim İLKUÇAN; Yzb. Fethi, Yzb. Sadık ve Tğm. Nuri Bey’lerin şehadeti üzerine yarım kalan Kahire uçuşunu, Rasıt Kur.Yzb. Kemal Bey’ le birlikte tamamlayarak Tunç Hava Seyahat Madalyası kazandı.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’ ne atanan Salim Bey’in görevine katılmak üzere bindiği gemi, Karadeniz’ de seyir hâlinde iken 24 Ekim 1914 tarihinde Ruslar tarafından batırılarak esir düştü ve Sibirya’da altı yıl esir kalarak, Vladivostok şehri üzerinden kaçmayı başarıp 1921 yılında yurda döndü.

22 Mart 1922 tarihinde Adana’ daki Hava Okulu Müdürlüğüne atanmış, ilk etapta 15’ e yakın küçük zabit ve sivil uçucu yetiştirmiş ve Kurtuluş Savaşı yıllarında pilot ihtiyacının giderilmesinde büyük katkılarda bulunmuştur. 1923 yılı içerisinde İzmir’ in kurtuluşundan sonra Seydiköy’ de 30 mevcutlu uçucu subay öğrenci ile buradaki Tayyare Mektebi’nin Müdürlüğünü yapmıştır. 1924 yılında 1’inci Şube Müdürlüğüne, daha sonra da 2’nci Ordu Tayyare Mütehassıslığına atanmıştır. 1926 yılı Aralık ayında Türk Tayyare Cemiyeti tarafından kurulan Yeşilköy Uçak Makinist Okulu’ nda ve daha sonra Eskişehir Hava Okullar Komutanlığı görevlerinde bulunmuştur.

Albay rütbesinde iken 20 Temmuz 1937’ de emekli olan ve 4 Aralık 1937 tarihinde de vefat eden Albay Salim İLKUÇAN, Hava Seyahat Madalyası’ nın yanında, Birinci Dünya Savaşı sonunda verilen Harp Madalyası ve Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği başarılardan dolayı da İstiklal Madalyası ile taltif edilmiştir.

Kaynak:http://www.hvkk.tsk.tr/