22 Mart 2012 Perşembe

İSMAİL SÂİB SENCER (1873 - 1940)

İsmail Sâib Sencer 31 Ocak 1873 tarihinde Erzurum'da doğdu, asker olan babasının atanmış olduğu İstanbul’da eğitimine başlayarak tamamladı. Kocamustafapaşa Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra Fatih ve Süleymaniye Medreselerinde eğitimine devam etti. 


1896 yılında; 24 yaşında iken Beyazıt Kütüphanesinde kütüphane müdür yardımcısı olarak çalışmaya başlayarak 1913 yılında kütüphane müdürü oldu. Kütüphanede görev yaparken sırf ilim yapmak için, meslekleri icra etmeden; tıp, eczacılık ve hukuk okudu.

1908-1921 yılları arası; Sinan Paşa Medresesi, Süleymaniye Medresesi ve Soğukçeşme Askeri Rüştiyesinde Arapça öğretmenliği yaparak, 1921 yılında İstanbul Üniversitesinde (İstanbul Darülfünunu) Arap Edebiyatı dersine profesör olarak tayin edildi.

1925 yılında İstanbul Üniversitesi Arap Edebiyatı profesörlüğünden istifaen ayrıldıktan sonra, kendisini tamamen Beyazıt Kütüphanesindeki işine vererek, 1939 yılına kadar tam 43 yıl ilme hizmet etti. Yurt içi ve yurt dışı araştırmacılarına yardımcı olarak onlara doğru kaynak sağladı ve ilim çevrelerinde tanındı.

Arap Edebiyatı konusunda bir uzman olan İsmail Sâib Sencer; Anadili ve Arapça dışında, Farsça, Fransızca, Almanca, İtalyanca, ve Latince bilirdi. Eski yazmaların kime ait olduğunu tanımada, yazma eserlerin bozuk bölümlerini okumada, gördüğü bir yazının hangi yüzyıla ve hatta hangi hattata ait olduğunu tespit etmekte uzmandı. Bu özellikleri ile döneminde yerli ve yabancı araştırmacıların başvurduğu önemli bir danışmandı.

Beyazıt Kütüphanesinde çok sayıda kedi besleyerek değerli kitapları bu yolla farelerin tahribatından koruyan İsmail Sâib Sencer, emekli olduktan bir yıl sonra 22 Mart 1940 tarihinde ve 67 yaşında hayatını kaybetti.

Kaynak-İbrahim Alaattin Gövsa “Türk Meşhurları Ansiklopedisi”

18 Mart 2012 Pazar

18 MART; ÇANAKKALE ZAFERİ VE ŞEHİTLER GÜNÜ İLE 18 MART 1915; ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİ YILDÖNÜMÜ ANISINA "DEMET ÇİZMELİ’DEN" BİR ÖYKÜ.


                           

GENÇ BİR KIZDI ÖLÜM

“Anneanneme”

Gündüzden başlayan yağmur, usul usul Alçıtepe’nin, sırtlarını yalayıp geçmiş sonra şiddetlenmişti. Gök yırtınırcasına gürlemiş, Seddülbahir yönünden gelen bomba ve top sesleriyle karışıp yırtmıştı dört bir yanı. Haziran başında böyle yağmur görmemişti Mevlüt. Burada bir başkaydı mevsimler. Baharda cennet bahçelerine benziyordu bu sırtlar, tepeler. Ayazını da görmüştü. Meşhurdu ayazı… İyiden iyiye içine işliyordu insanın. Yakıp kavuruyordu elini, yüzünü...

Gâvurun hasretiydi Alçıtepe... Çıkarmanın ilk gününden beri burayı aşıp geçmenin hayalini kuruyor, bütün gücünü zorluyordu. Kolay lokma değildi Alçıtepe, elbet boğazında takılıp kalacaktı. Dağ taş aşılmaz kale, asker etten duvar olup, geçit vermiyordu...

Yağmur dinmişti ama bulutlar ay ışığını boğuyordu bu gece… Arada bir göğe yükselen aydınlatma fişekleri yıldız kümeleri oluşturuyordu. Bu mahşer yerinde olmasa belki de eğlenirdi bu ışık cümbüşü karşısında. Ortalık aydınlanıp karardıkça, karşıdaki tepeler Kaf Dağı kadar yüce görünüyordu.

Ne vakitten sonra sesler kesildi. Şimdi sadece derinden gelen rüzgâr sesi kalmıştı kulaklarında. Denizden kopup gelen rüzgâr, bağrına bastırdığı yosun kokusunu sırtlara tepelere doğru taşıyordu. Rüzgârın sesini dinledi bir süre. Yosun ve ıslak toprak kokusunu içine çekti. Kısa çelimsiz bedenini iyice yasladı siperin duvarına. Uykusuz, yorgun gözleri gözkapaklarının ardında kayboluyordu. Daha fazla direnemedi.

Aynı rüyaydı kısa bir an gördüğü. Genç bir kızın ardında koşuyordu tepelerde. Güzelliği gözlerini kamaştırıyordu. Çocukken dedesinin anlattığı masallardaki peri padişahının kızı bu olmalıydı. Kız, fundalıkların çalıların arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Geçtiği her yerde misk kokusu bırakıyordu. Mevlüt, şimdiye dek hiç duymadığı bu kokunun peşi sıra koşuyor tüm siperlerde kızı arıyordu. Sonra bir aydınlığın içinde buluyordu kendini. Silkinerek uyandı. Gözlerini bir daha kapatsa devamını görür müydü acaba? Vicdanı sızladı. “Düş görecek vakit mi a akılsız Mevlüt.” diye kızdı kendine.

Üsteğmen Fikret Rauf’a baktı, görmemişti uyuduğunu. Askerden birini bu halde görse burnundan solurdu. Ne de olsa kumandandı… Sertti ama babacandı da. “Sert olmazsan disiplini ele alamazsın askerlikte.” derdi. Tayınını tek başına yediği bugüne kadar görülmemişti. Bir kuru peksimeti bile askerle paylaşırdı. Geniş omuzlarına, düşmanı en uzaklardan gören kartal gözlerine bakınca imreniyordu ona Mevlüt... Cengâverdi… Balkan’da çarpışmıştı gâvurla… Şimdi de Çanakkale’de…

Çalıların arasından ayak sesleri duydu. Bu sesi günlerdir duyuyordu… Bir de güzel kokular geliyordu ki ayak sesinin peşi sıra… Barut kokusunu bastırıyordu… Hele birkaç gecedir siperler arasında, sağında solunda biri geziniyordu sanki… Bakmak için ayağa kalktı. Fikret Rauf fark edince, çocuğunu azarlayan bir baba gibi bağırdı.

- Ne yapıyorsun Mevlüt?

- Kumandanım…

Sesi kendine yabancı geldi birden… Suç işlemiş çocuk gibi sessiz, derinden...

- Çalılar arasında biri geziniyor. Bakacaktım.

- Bakacaksın da ne olacak? En küçük kıpırdanışta yüzlerce mermi yağdırıyorlar.

Sabırlı ol!

Öylece kaldı Mevlüt... Başını öne eğdi… Gördüğü rüyanın etkisinde olduğunu düşündü.Üç aydır cephedeydi... Seferberlik ilan edilip kapalı kağıtlar açılınca hemen silah altına alınmıştı. Deniz saldırılarında da buradaydı... O gün düşmanın, “Yenilmez Armada” diye övündüğü yarım dünya gemilerinin, denizin dibini boyladığını görmüştü...

Bir türkü doldurdu siperin içini…

“ Bir yanım Erzincan vermem Bayburt’u

Yıkılsın düşmanın tahtı ile yurdu”

Erzincanlı Halil’in sesiydi bu. Başka türkü bilmez, hep bunu söylerdi Halil. O söyledikçe siperdekiler derin bir sessizliğe gömülür, ruhlarının kuytusunda özlemleriyle baş başa kalırlardı. Mevlüt yan yana dizilmiş yüzlere baktı. Acının gölgesi yerleşmişti bu yüzlere. Devam ediyordu Halil;

“ Seneler seneler kötü seneler

Gide de gelmeye kötü seneler”

Kafkas’ta, Balkan’da, geçen kanlı senelere yenileri eklenmişti… Seneler alıp götürdüklerini geri göndermemişti bir daha... Birazdan taarruz başlayacak belki de bir çoğu dönmeyecekti siperlere. Sevdayla ölüme koşacaklardı... Kabalaklı başını iki yana dertli dertli sallıyordu Halil…

“ Askerler geliyor bağrı yaralı

Kimimiz nişanlı, kimimiz evli”

İyice içlenirdi türkünün tam burasında. Sesi daha bir gürleşirdi. Besbelli katmerlenirdi sevdası… Sevdanın sesi yerleşirdi boğazına…

Elaziz’den çocukluk arkadaşlarıyla birlikte uğurlanmıştı Mevlüt. “Vuslat orada. ” demişti, mektepteki hocası Mehmet Efendi… Sonra da eklemişti. “ Yolun açık olsun, şanlıdır mayan... Ölüm genç bir kızdır cephede. Rabbim, şehadeti görmeni nasip etsin inşallah...” Nasıl olsa bir gün ölüm gelip çatmayacak mıydı? O da şehadeti istiyordu tüm arkadaşları gibi. Hem anası da “Beni şehit anası yapacaksın” diye uğurlamamış mıydı? İlk günler korkmuştu ama şimdi atlayacaktı topun, merminin önüne…

Bir elinde aynalı tüfeğini sımsıkı kavramış bekliyordu. Aynalı tüfekleri Bigalı Ali yapmıştı. Düşman mevzilerine yaptıkları hücumda ele geçirdikleri tüfeklere bakarak kendi tüfeklerine ayna takmıştı... Tüfeğin namlusundaki önlü arkalı aynalar sayesinde siperden başlarını çıkarmadan düşmanı görebiliyorlardı artık. Aynayı iyice parlattı kaputuyla… Öbür elini göğsünün üzerine götürdü. Kaputunun, yırtığından eli içeri giriyordu... İç cebinde sakladığı mektuba dokunabiliyordu. Sımsıkı bastırdı göğsüne… Bir haftadır defalarca okumuştu... Kağıt iyice yıpranmıştı… Yüreği de… Memleket havasını içine doldurup göndermişlerdi. Fırat’ın kokusunu duyuyordu… Anasının, kardeşlerinin, karısının kokuları birbirine değmeden ayrı ayrı doluşmuştu zarfın içine… Hiç görmediği kızının da… “Bebeler cennet kokar” derdi anası... İçine çekti bir daha kızının kokusunu…

Bırakıp geldiğinde gebeydi Ayşe… Şimdi çıkıp gelmişti bebesi… Bir ay, bilemedin kırk gündür dünyayı soluyordu… “Adını Münire koyduk” diye yazdırmıştı anası... “Münire” diye tekrarladı birkaç kez usulca.. Dudakları kızının adını tekrarladıkça hasreti daha bir doldu yüreğine... “Hele bir gâvuru kovalım buralardan, o zaman bağrıma basar, kokusunu ta ciğerime çekerim kızımın..” diye mırıldandı... “Kocaman kahverengi gözleri, tıpkı sen… Sanki senin gözlerin kopup da onun yüzüne yapışmış. ” diyordu anası mektupta…

Gündüzden beri açtı. Bugün karavana çıkmamıştı. En çok peksimet yiyorlardı. Arada bir çorba, hoşaf çıkıyordu. Fakat en büyük eksikleri şekerdi. Cebinde, kurumuş yarım peksimeti daha acıkacağı bir vakte saklıyordu. Yemekten bahsediyorlardı durmadan... En çok da Bayburtlu Hüseyin, anasının yaptığı pilavı, hoşafı ağzını şapırdatarak anlatıyordu... Peki anası, karısı ne yiyip içiyorlardı? Artık Münire de vardı.Terzilik de karın doyurmazdı... Şimdi kim düşünürdü giyimi kuşamı?

Babasının ölümünden sonra amcaları sahip çıkmamıştı onlara. Ablaları da el kapısındaydı ne de olsa. Tek erkek evladı Mevlüt’ten başka tutunacak dalı yoktu anasının. Babasından kalan küçük dükkanı kimse idare edememişti. O zor günlerde Ermeni komşuları Madlen teyze anasına terziliği öğretmişti. Anası da kumaşları eve getirip terzilik yapmaya başlamıştı. İlkin herkes kınar gözlerle bakmıştı. Eşraftan Bezzaz Hasan efendinin karısı, Devletlioğulları’nın gelini ne diye dışarlıklı kadınlara entari dikiyordu? Aldırmamıştı anası... Elaleme muhtaç olmaktansa... Kısa zamanda Elaziz’de terzi Emine’nin diktiği entariler, kadifeden saltalar parmakla gösterilir olmuştu. Emine’nin adını duyan Dersaadetli birkaç memur hanımı da eksik olmazdı evlerinden... Hayranlıkla bu hanımları kapı aralığından izlerdi. Henüz küçük bir oğlan olmasına rağmen, anası onu kapı aralığında fark edince o keskin bakışını üzerine doğrultur, yüzü gerilir, hemen çekilmesini gözleriyle emrederdi. Ardından, kanatlı kapı kapanırdı…

Babasını çok az hatırlıyordu. Beraber gittikleri bayram namazı, bir de onu İdadide okutmak istediği... O yalnızca mahalle mektebine gidebilmişti. Bir gece babasının göğsüne sancı girmiş, bir daha da çıkmamıştı. Babasının yokluğuna derinden yanmışlardı. Anası onu karşısına alıp, her geçen gün artan acısını “Acı birden çöreklenir , sen gün geçtikçe azaldığını sanırsın ama o yürekte okkalaşır oğul...” diyerek anlatmıştı. Daha çocuktu o vakitler. Anasının ne demek istediğini anlamamıştı. Şimdi cephede arkadaşları birer birer şehit olunca, anlıyordu acının okkalaştığını…

Üsteğmen Fikret Rauf’a baktı. Cigarasını çoktan ateşlemiş, sıkıntıyla dumanı çekip, üfürüyordu. Belli ki efkârlıydı. Cigarasının ateşini göstermemek için avucunda ters çevirmişti. Türkü ona da dokunmuştu…

Arada bir dalıp giderdi uzaklara. Yine dalgındı. Halil’in türküsü herkes gibi onu da uzaklara götürmüştü. “Ne derdi var acaba? Özleyecek kimsem yok deyip duruyor ama bir düşündüğü var herhalde.” dedi kendi kendine. Sorulmazdı ki kumandana derdin nedir diye.

Fikret Rauf Dersaadet’tendi. Askerî rüştiyeyi bitirdiğinde Balkan harbi patlamıştı. Babası ağır hastaydı. Gidip döndüğünde çoktan dünyasını değiştirmişti kâtip emeklisi yaşlı adam… Çanakkale’ ye gelirken de annesi rahmete kavuşmuştu. Erenköy’deki evlerinde şimdi ablasıyla eniştesi oturuyordu. Arada bir ablasından cepheye mektup gelirdi. Kimse onu, uzun uzadıya mektup yazarken, ya da günlerce göğsünün üzerinde taşırken görmemişti. Bir cepheden bir cepheye koşarken sevdalanamamıştı bile... Zaman zaman yavuklusundan, nişanlısından mektup alan askerlere hayıflanmıyor değildi. Fakat çoğunlukla “Böylesi daha iyi vatandan başka düşünecek ne kimsem ne derdim var.” diye geçiştirirdi. Onun sevdası vatandı…

Dördüncü bölüğün başına geleli birkaç hafta olmuştu. Binbaşı Faruk Bey yanına çağırıp, kumandanlık görevini verdiğinde gurur ile endişeyi aynı anda yaşamıştı. Tabur çadırından içeri girdiğinde, Binbaşı Faruk Bey kısık petrol lambasının ışığında haritaya bakıyordu. Yanına yaklaştığında kendisine verilecek görevin farkında değildi. Bu göreve tayin edildiğini öğrendiğinde;

- Gururlandığımı bilmelisiniz kumandanım… Fakat, kumandanlığı lâyıkıyle yerine

getirememekten korkarım.

- Başarırsınız Fikret Rauf. Biliyorsunuz bölüğünüzde sizden başka rütbeli kalmadı.

Binbaşının ona olan güveniyle cesaretlenmişti. Binbaşı devam etti.

- Size Çanakkale’de fırtına gibi esen Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in sözünü

hatırlatmak isterim. “ Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir.”

Bu sözlerden sonra konuşmamış, harita üzerindeki çalışmasına dönmüştü. Mustafa Kemal Bey’in sözleriyle kendine gelen Fikret Rauf, derin düşüncelere dalarak bölüğünün başına dönmüştü.

Moralini ve kendine olan inancını kaybettiği zamanlarda askerliğinin zayıfladığını hisseder, vicdanı boynuna kement atardı. Halil’in söylediği türkü dokunmuştu ona, kendini yine kuvvetsiz hissediyordu. Memleketin her köşesinin yandığı haberleri buraya ulaşıyordu. Sarıkamış’tan gelen haberle nasıl da sarsılmıştı. Binlerce vatan evladı donarak şehit olmuştu. Van’da, Elaziz’de, Erzurum’da Ermeniler isyan çıkarıyorlardı. Ülke, İçten ve dıştan kemirilip yok edilmek isteniyordu. Fikret Rauf, “Daha düne kadar aynı mahallelerde komşu olduğumuz, dertlerimizi paylaştığımız, dost bildiğimiz insanlar nasıloldu da bu hale geldiler?” diye düşünüyordu. Bizi bölmek, yok etmek için oynanan bir oyundu hepsi. Bu amansızca saldırıyı aklı almıyordu bir türlü.

“Sırtlanlar!” diye mırıldandı dişlerini gıcırdatarak. Dişlerinin arasında düşmanı ezer gibi hırslandı.

Ağır ağır ayağa kalktı. Kum torbalarının önüne geldi. Birazdan taarruz emrini verecek, siperlerden fırlayacak, göğüs göğüse çarpışacaklardı. Her seferinde azalarak döneceklerdi siperlere. Yarbay Mustafa Kemal Bey’in sözlerini hatırladı. “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum.”

Çalılar arasından gelen ayak seslerine kulak kabarttı Mevlüt. Ayak seslerinin ardına takılıp gitmek istiyordu. Bir an önce gâvura saldırmak için de sabırsızlanıyordu. Kumandanı kızacaktı ama bile bile ayağa kalktı. Kum torbalarının üstünden sesin geldiği yöne baktı, bir şey göremedi. Üsteğmen Fikret Rauf bağırdı.

- Mevlüt in aşağı!

- Kumandanım, o ses. Vallahi, biri geziyor çalılar arasında.

Fikret Rauf’un öfkeli bakışları altında ezildi, sipere girdi. Emre itaat etmek gerekirdi.

- Kimsenin gezdiği yok. Rüzgâr çalıları kıpırdatıyor. Nedir bu acelen anlamıyorum..

Mevlüt’te bir hal olduğunu anlamıştı. Yanına yaklaştı.

- Yerinde duramıyorsun iki gecedir, ne oldu sana? Yoksa memleketten gelen mektup

mu seni bu hale getirdi?

- Haşa kumandanım. Aklımda bir tek gâvuru kovmak var.

“ Bir ayak sesi beni takip ediyor.” dese kızardı mutlaka. Bir şey söylemedi...

Memleketinden söz açtı.

- Bizim oralar şimdi bir güzeldir kumandanım. Yakında kayısılar toplanır, reçeller

yapılır. Hele bir gâvuru kovalım, seni götüreyim oralara. Anam bize bir çay demler, bahçedeki kameriyede oturur içeriz keyifle.

Gülümsedi Fikret Rauf. Gülümseyince o sert hatları biraz olsun yumuşar, yanağındaki gamze belirginleşirdi.

- İnşallah Mevlüt.

Dersaadet’den ilk çıkışı Balkan’a gidişiydi. Anadolu’nun halini duyuyor, oralara gitmek

istiyordu.

- Şimdi kızını da özlersin ha Mevlüt?

- Özlenmez mi kumandanım?

Bir süre sustu Mevlüt. Onu memleketine, ailesine hasret bırakan savaşı düşündü.

- Kumandanım, niye geldiler ki buraya? Ne istiyorlar bizden? Niye vatanımızı almak

için kan döküyorlar? Döktükçe de doymuyor iblisler… Biz deli miyiz ki, vatanımızı, namusumuzu, ırzımızı onlara verelim?

Ateşkes yaptıkları gün de kısa pantolonlular için böyle düşünmüştü Mevlüt. Bir gün önce birbirlerini öldürürken, o gün yiyeceklerini paylaşmışlardı. Büyük şapkalı, kısa pantolonlular aslında iyi insanlardı. Bisküvi bile vermişlerdi onlara. Tadı da pek güzeldi. Siperlerine sigara, konserve atmışlardı. Demek ki düşman değillerdi. Peki ne işleri vardı burada? Bir türlü anlamlandıramıyordu olanları. Kumandanı bunu mutlaka bilirdi. Ne de olsa okumuş yazmış takımındandı. Babası erkenden göçüp gitmese belki o da Dersaadet’te okuyacak, kumandanı kadar bilgili olacaktı.. Fakat şimdi cahilliğine rağmen soracaktı.

-Kumandanım, bu kısa pantolonlular aslında kötü insanlar değiller. Ama niye gelmişler

buraya anlamıyorum.

- Ne için geldiklerini, ne için savaştıklarını onlar da bilmezler.

- Bilmeden savaşılır mı hiç kumandanım? Biz memleketimizi koruyoruz onların derdi ne?

Fikret Rauf güldü. Gülünce daha da aydınlanıyordu yüzü.

-Onların bizimle bir husumetleri yok. Bizimle husumeti olanların yükünü taşıyorlar sırtlarında…

Yine anlamamıştı Mevlüt. Bu nasıl bir işti böyle? Boşverdi düşüncelerine. Silahına sımsıkı sarıldı.

Bombalar, obüs topları tepeleri dövmeye başlamıştı yeniden. Bu kez sesler daha yakından geliyordu. Düşman Alçıtepe’yi ele geçirmek için yanıp tutuşuyordu... Beklenen emir bir türlü gelmiyordu. Gündüz yağan şiddetli yağmur irtibatı kesmiş olabilirdi. Ses takâtlı telefon çalışmazsa ulaşılamazdı siperlere. Üsteğmen Fikret Rauf daha fazla beklemek istemedi. Askerlere bağırdı.

- Tüfeklerinizi, süngülerinizi kontrol edin. Ateş vaziyeti alın ve emrimi bekleyin.

Askerler kum torbalarının önünde, nişan alıp beklediler. Artık kumandanın taarruz

emrini bekliyorlardı. Hepsinin dudakları kıpırdıyor, bildikleri duaları okuyorlardı. Erzincanlı Halil, birkaç kez tekbir getirdi yüksek sesle. Yanıktı sesi, türkü söylediğinde yürekleri dağlanmıştı. Tekbir getirdiğinde de aşka geliyorlardı. Mevlüt, boynundaki hamaylıyı öpüp alnına koydu. Kendini bildi bileli boynundaydı hamaylı.

Üsteğmen Fikret Rauf , Alçıtepe’yi inleten, sesle emrini verdi.

- İleri!

Yaklaşan düşmanın üzerine, yeri göğü titreterek hücum ettiler. Onlarla beraber diğer siperlerden de yüzlerce asker hücuma kalktı. Hayallerini, özlemlerini siperin içinde bırakarak, vatanın kurtuluşuna doğru koşmaya başladılar. Bu donanma, zırhlılar, eli satırlılar, kısa pantolonlular er geç gidecekti buradan. Çalıların, fundalıkların arasından, taşların üzerinden, çamura bata çıka koşuyorlardı.

Mevlüt, öne atılmış koşuyordu. Bombalar yağıyordu üzerlerine. Önünde, ardında, ötelerde “Allah Allah! ” naraları, tekbir sesleri yeri göğü dolduruyor, tepeleri inletiyordu. Bomba seslerini bastıran naralar yüreğine işliyor, ruhu coştukça coşuyor kabına sığamıyordu. Düşmanın üstüne koşuyor, gözü görmüyordu yanından geçip giden mermileri… Bir yandan da mermisini harcamamak için gayret ediyordu. Deli gibi savurmak olmazdı. İdareli kullanmalıydı. Boğaz boğaza gelince gâvurun üzerine kusturmalıydı tüfeğini. “Allah Allah!” diye haykırarak arkadaşlarının seslerine sesini, yüreklerine yüreğini katıyordu. Yanında, önünde yere düşen arkadaşlarını görüyor, yine de atılıyordu ön saflara. Birden önünde hemşehrisi, çocukluk arkadaşı Memed’i gördü. Alnındaki çukuru fark etti.. Oluk oluk akan kan aydınlatma fişeklerinin altında yıldız yıldız oluyordu. Çocukluğuna, Memed’e, oynadıkları oyunlara dair ne kadar hatıra varsa gelip geçti... Ne tuhaftı, bir anda tüm yaşananlar, hatta unutulmuş ayrıntılar bile tüm netliğiyle üşüşüyordu aklına. Yakınına düşen kara kedi bombasıyla kendine geldi. Başını kaldırdı. Üsteğmen Fikret Rauf’u gördü. Kılıcını sallayarak saldırıyordu gâvura. O, kılıcını salladıkça etrafındakiler anlamadığı sözlerle haykırıp yere seriliyorlardı. Kılıcını bir İngiliz askerinin boynuna vurdu. Fikret Rauf öylesine kendinden geçmişti ki, mermi yağmuru altında olduğunu fark edemedi. Hızla yere düştü. Kumandanının düştüğünü görünce daha da hırslandı. Koşup sarılmak kaldırmak istedi onu. Sarılmak, “Kumandanım bırakma bizi, gitme… ” diye yalvarmak istedi. Buna fırsatı yoktu. Mermiler aman vermiyordu.



Arkadan Bayburtlu Hüseyin’in sesini duydu. “Vurun, Allah aşkına vurun!”Hüseyin’in canhıraş sesiyle ayağa fırladı. Sağından solundan makinelilerin mermileri vızır vızır geçiyordu. Birden önünden geçen kızı gördü. Kumandanının yanındaydı. Gülümsüyordu Mevlüt’e.. Gülümsedi kıza.. Bu ne güzellikti yarabbi? Genç bir kızın burada ne işi vardı? Yavuklusunu görmeye gelmiş değildi ya. “Düş görecek vakit değil” diye geçirdi içinden. Kız bodur bir ağacın altına geldi. Ona bakıyordu. Başını öte yana çevirdi. Tüfeğine davrandı. Kendisine doğru hızla gelen bir İngiliz askerinin üzerine boşalttı mermisini.

Üzerine doğru gelen kara kedi bombasından kaçamadı. Bomba Mevlüt’ün göğsünde bir yer buldu kendine. Yere yığıldı. Arkadaşları yanından geçip gidiyordu. Her asker gibi önce “Anacığım” dedi. Vücudunda bir yerlerde yangın başlamıştı. Hem de öyle bir yanmak ki, Munzur’un doruklarındaki karları top top getirip, içine bassalar yangını sönmezdi. Neresi ağrıyor kestiremiyordu. Kasıkları... Karnı… Göğsü.... Kasıklarından aşağı bacaklarına sıcaklık yayılıyordu. Damarlarındaki bütün kan toprağa akıyordu sanki. Bir anda içinin boşaldığını hissetti. Kanı çağlayandan akan su gibiydi. “Su... su....su...” diye inliyor, sesini duyuramıyordu. Havada bomba, şarapnel sesi, uğultular, koşturmalar, çığlıklar, bildiği bilmediği lisanlardan haykırışlar doluyordu kulaklarına…

Acıdan soluğu kesilmiş, kendinden geçmişti. Ardı ardına düş görüyordu. Allı yeşilli renkler gözünün önüne geliyordu. Bahçelerindeki iğde ağacının kokusunu duyuyor, kayısının, dutun lezzetini tadıyordu.

Evlerinin bahçesindeydi şimdi. Kameriyede oturuyordu. Evin büyük kapısından genç bir kız çıkıp yaklaştı...

- Uzun yoldan mı geldin baba? Çok geciktin, nerelerdeydin?

- Düşmanı ancak temizledik. Serpilmiş, güzelleşmişsin Münire.

- Çok bekledim seni baba.

- Uzun yollar aştım Münire’m. Bak buradayım işte…

- Hadi gel içeri. Üşürsün burada.

- Üşümüyorum kızım. Hiç üşümüyorum. Bana bir bardak su ver…

- Su yok, bir parça bile su yok baba…

- Yanıyorum… Bir parça su ver de sönsün yangınım…

Münire kayboluyor, anası, karısı Ayşe geliyordu yanına… Bir damla su isteyecek olsa

“Yok” diyordu her gelen… Arkadaşlarının tekbir seslerini duyuyordu derinden.. Öyle bir şaha kalkmışlardı ki, sabaha kalmaz işini bitirirlerdi gâvurun… “Sabaha çok var mı?” diye düşündü… Belki sıhhiyeciler yetişirdi sabah. Yaraları sarılınca, yeniden katılırdı arkadaşlarının arasına. Yeter ki bu gece telef olsun gâvur… Fakat gittikçe gücü tükeniyordu. Damarlarında boşanacak kan kalmadığını düşündü. Aydınlı Ahmet’i hatırladı. Bir boşanmıştı ki kanı, akıp toprağa karışmıştı…

Gözleri aralandı. Pusluydu her yanı. Genç kız hâlâ o bodur ağacın altında bekliyordu. Göz göze geldiler. Kız kımıldamadan ona bakıyor, gülümsüyordu. Elindeki tas pırıl pırıldı. Hiç böyle tas görmemişti. Su var mıydı içinde? Sesini bir duyurabilse sorardı. Bir damla su yeterdi sıhhiyeciler gelinceye kadar. Seslenmek istedi, sesi çıkmadı. Kız yavaş yavaş ona doğru yürümeye başladı. Anlamış olacaktı Mevlüt’ün yandığını. Yanına gelip diz çöktü. Başını kollarının arasına aldı. Saçlarını okşadı. Şefkatliydi... Yumuşacıktı elleri...

- Nasılsın Mevlüt?

Adını biliyordu… Tanıyordu demek… Ne kadar güzeldi… Bakmaya doyamıyordu…

- Elindeki tasta su mu var? Karlı buzlu bir yudum su ver bana…

- Su yok Mevlüt...

- Elindeki tastan bir güzel kokular geliyor ki...

- Sana Firdevs bahçelerinden güller getirdim…

- Onun için böyle güzel kokusu… Lâkin güller susuzluğumu gidermez ki…

- Sana güllerden şerbet yapıp getirdim. Al, buyur hepsini iç…

Kana kana içti… İçti, içti... Soluklandı biraz.. Biter diye korktu..

- Biterse yine var mıdır?

- Korkma bitmez… Sen iç doya doya...

İçti, içti... Kana kana içti şerbeti… Aydınlık sarmıştı her yanı… Ne fişeklerin, ne de şimşeğin aydınlığıydı bu… Işıktan gözleri kamaşıyordu... Ak pak bir top olmuştu her yanı... Artık yanmıyordu… 

Yazan-DEMET ÇİZMELİ 

12 Mart 2012 Pazartesi

12 MART 1918 ERZURUM DÜŞMAN İŞGALİNDEN KURTULDU


Ülkelerindeki Bolşevik ihtilali  sonucu, çekilen Rus Ordusu'nun boşalttığı bölgelerden Ermeni mezalimi ile ilgili haberler gelmeye başlayınca,  Kazım Karabekir Paşa kaybedecek zamanı olmadığı bilinci ile birlikleriyle ileri atıldı. 13 Şubat 1918'de Erzincan'ı, 25 Şubatta Aşkale’yi  kurtararak hızla Erzurum’a doğru ilerledi. 11 Mart sabah saat 8'de Ilıca kurtarıldı. Öğlene doğru Gez Köyü alındı, ertesi gün sabah saatlerinde birliklerimiz Erzurum'a girerek 12 Mart 1918'de Erzurum'un esaret günlerine son verdiler.

Bir şimşek çakıyor yine bir şimşek
Çakıyor Erzurum tabyalarından
Dizilmiş nameler, nineler tek tek
Bakıyor Erzurum tabyalarından

Bu sevda bir sel ki, teşnedir kine
Bir kere kabardı mı sığmaz bendine...
Bu sevda yıllardır bizi kendine
Çekiyor Erzurum tabyalarından.

Ahmet Muhtar Paşam, al bizi yürüt.
Küffarın kökünü yeniden kurut.
Dün bugün misali hâlâ kan barut,
Kokuyor Erzurum tabyalarından.

Dadaşıma artık ha ateş,  ha kan
Burada savaşın adı kanlı bar.
Ovaya sis değil mücahit ruhlar,
Çöküyor Erzurum tabyalarından

Gökler alev alev, yer bayrak bayrak.
Ya şu ufuklar, şu dağlara bak
Bu gece dünyaya başka bir şafak
Söküyor Erzurum tabyalarından.

Bekir Sıtkı’m şaşma nice bu tarih
Gündüz bir tarih, gece bir tarih
Destanı sen değil, koca bir tarih
Okuyor Erzurum tabyalarından.

Bekir Sıtkı Erdoğan

12 MART İSTİKLAL MARŞININ KABULÜ VE MEHMET AKİF ERSOY

İlk defa 1920 yılında zamanın Genel Kurmay Başkanı İsmet İnönü ordu adına, Milli Eğitim Bakan Vekili Dr. Rıza Nur’a memleket için bir milli marşın yazılmasını önerdi. Yarışma Milli Eğitim Bakanlığının genelgesiyle okullara ve basın yoluyla da Türk şairlerine duyuruldu.

Yarışmaya 724 parça şiir katıldı. Fakat hiçbirisi milli marş olmaya layık görülmedi. Böyle bir marşın ancak Mehmet Akif tarafından yazılabileceği ve para meselesinden dolayı yarışmaya katılmadığı da ağızlarda dolaşıyordu.

Hasan Basri Bey, para meselesinin kaldırıldığını söyleyerek, Akif’in yarışmaya katılmasını sağladı. Mehmet Akif’in şiiriyle birlikte üç parça, orduya gönderilerek, asker üzerinde tesiri en fazla olan eserin tespit edilmesi istendi.Cevap olarak Mehmet Akif’in şiirinin beğenildiği bildirildi.

Akif’in Marşı, Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından Meclis’te okundu. Büyük bir coşkuyla dinlenen marş, sık sık alkışlarla kesildi. Marşın kabul edilmesi, 12 Mart 1921 tarihinde öğleden sonraki oturumda ele alındı.

Akif’in marşının oya sunulması kararlaştırıldı ve “Oy birliği ile kabul edildi.” Marş teklif üzerine en son ayakta dinlendi. KAHRAMAN ORDUMUZA ithaf edilen marş, İSTİKLAL MARŞI olarak kabul edildi.

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma; kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl...
Hakkıdır, hakka tapan, milletimin istiklâl

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın afakini sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyet! dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın.
Kim bilir belki yarın... belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri «toprak!» diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda, fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden, ilahi şudur ancak emeli,
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar - ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli,

O zaman vecdile bin secde eder - varsa - taşım.
Her cerihamdan, ilâhi boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruhu mücerret gibi yerden naşım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır; hakka tapan, milletimin istiklâl.

Mehmet Akif ERSOY (1873 – 1936)

Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tâhir Efendidir. İlk tahsiline Emir Buhari Mahalle Mektebinde başladı. İlk ve orta öğrenimden sonra Mülkiye Mektebine devam etti. Babasının vefatı ve evlerinin yanması üzerine mülkiyeyi bırakıp Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. Tahsil hayatı boyunca yabancı dil derslerine ilgi duydu. Fransızca ve Farsça öğrendi. Babasından Arapça dersleri aldı.

Ziraat nezaretinde baytar olarak vazife aldı. Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da bulaşıcı hayvan hastalıkları tedavisi için bir hayli dolaştı.

Akif okulda öğrendikleriyle yetinmeyerek, dışarda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye çalıştı. Memuriyet hayatına başladıktan sonra öğretmenlik yaparak ve şiir yazarak edebiyat sahasındaki çalışmalarına devam etti.

1920 tarihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi. 17 Şubat 1921 günü İstiklâl Marşı'nı yazdı. Meclis 12 Martta bu marşı kabul etti.

1926 yılından itibaren Mısır Üniversitesinde Türkçe dersleri verdi ve Kur’an-ı kerim tercümesi üzerinde çalıştı, fakat bu sırada siroza tutuldu. Önceleri hastalığının ehemmiyetini anlayamadı ve hava değişimiyle geçeceğini zannetti. Lübnan'a gitti. Ağustos 1936'da Antakya'ya geldi. Mısır'a hasta olarak döndü.

Hastalık ilerleyince İstanbul'a geldi. Hastanede yattı, tedavi gördü. Fakat hastalığın önüne geçilemedi. 27 Aralık 1936 tarihinde vefat etti. Kabri Edirnekapı Mezarlığındadır.



Milli Şairin en büyük eseri Safahat genel adı altında toplanan şiirleri şu 7 kitaptan oluşmuştur:

1.Kitap: Safahat (1911)

2.Kitap: Süleymaniye Kürsüsünde (1912)

3. Kitap: Hakkın Sesleri (1913)

4. Kitap: Fatih Kürsüsünde (1914)

5. Kitap: Hatıralar (1917)

6. Kitap: Asım (1924)

7. Kitap: Gölgeler (1933).